2.Dünya Savaşı büyük yıkımından sonra küllerinden doğan Almanya’nın başkenti Berlin, zengin modern mimarisiyle insanda hayranlık uyandıran ve her mimarın mutlaka gezmesi gereken bir sehir ve en guzel özelliği de Berlin’de klasik mimariyle modern mimariyi bir arada görebiliyor olmamız. 24-30 Nisan tarihleri arasında Yeditepe Üniversitesi Mimarlik Kulübüyle birlikte Berlin’deydim. Havaalanına indiğimiz andan itibaren Almanya’nın en guzel mimari yapılarini gormek ve yeni yerler keşfetmek icin sabırsızlanıyordum. Şehre ilk bakışımız taksiye bindikten sonra otele giderken oldu. Geniş yolları, trafik kurallarına uyan, birbirini bekleyen insanları ve şehir içinde trafiksiz rahatça dolaşabilen bisikletli insanlar görünce çok şaşırdım ve kurdukları duzenli hayata saygi duydum.İlk durağımız otelimizin de bulunduğu ve Berlin’in Taksim’i diyebilecegimiz merkezi yeri Alexanderplatztı. Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra şehri keşif turuna çıktık. Gezerken Nejat İçöz hocamızın Berlin’de yasayan oğlu Can bize rehberlik etti, aynı zamanda havaalanında da karşıladı ve çok yardımcı oldu. Hepimiz onun arkadaşça ve misafirperver davranışlarını çok sevdik. Önce Berlin’in simgelerinden biri olan Tv kulesine ve Alexanderplatz meydanına gittik. Açıkçası İstanbul’da alışkın olduğum yoğun tempodan sonra şehrin sakinliği beni çok saşırttı. Tv kulesine ilk gün olmasa bile 2. gün çıktık. Şehre 200 m yükseklikten bakmak ilginç bir deneyim oldu. Binalara tepeden bakarken şehrin ne kadar düzgün planlanmış olduğunu anlıyorsunuz. Sanırım Almanların düzene bağlı olmalarından kaynaklanıyor bu durum, düzenlerine hayran kaldığımı da eklemek isterim. 1. Güne geri dönecek olursak ilerleyen saatlerde yağmura yakalanmış olmamıza rağmen gezmeye devam ettik ve mimari keşfe çıktık. Berlin’in eski sinema salonlarindan biri olan 1961 yılında inşa edilen Kino Internatinonal’a gittik. Küçük olmasina ragmen sevimli bir binaydı ve lobisinde alkol satılıyor olması gerceği beni şasırttı, açıkçası hoşuma da gitti. Berlin’in bir güzel tarafı da her saat insanların metrolara ellerinde biralarıyla binebilmesi ve insanların bunu yadırgamaması, böyle rahat bir şehirde yaşayabilmek güzel bir duygu olsa gerek. 2. Gün Hannover turundan sonra şimdi Eastside gallery olan eski duvarın kalıntılarını görmeye gittik ve duvara imzamızı attık. Çeşitli sanatçılar tarafından boyanmış olan duvar resimlerinin fotoğraflarını cektik. Ardından Spree Nehri kenarında yaptığımız yürüyüşten sonra ünlü mimar Karim Rashid’in mimari eseri nehir kıyısındaki nHow Hotel’e gidip binanın 20 m civarındaki statik harikası kolonunu hayranlıkla inceledik. Açıkçası Berlin’ de beni en çok etkileyen binalardan birisiydi. Cesaretimizi toplayıp iç mimarisini görmek için lobiye girmeye karar verdik. Resepsiyonistlerden lobiyi gezmek için rica edince sıcakkanlılık gösterip bizi lobideki bara yönlendirdiler. Hayatımda içtiğim en güzel içkiyi orada içtim. Güleryüzlü barmen kızın önerisiyle sakeyle hazırlamış olduğu celly smith kokteylinin tadının damağımda kaldığını söylemeden edemeyeceğim. Berlin’e yolunuz düşerse, How Hotel’e uğrayıp barındaki muhteşem kokteyllerden içmeden dönmeyin, buarada Maitai kokteyli de şiddetle tavsiye edilirJ. Sonrasında ise Sony Center’a gidip muazzam çatısındaki rengarenk ışıklandırmalarını izledik. Sony Center’ın ışıklandırmaları sayesinde geceleri bambaşka göründüğünü ve daha ilginç, şaaşalı bir mekana dönüştüğünü söyleyebilirim. Şayet gece ve gündüz ayrı ayrı baktığınızda farklı etkiler bırakıyor insanda bu yüzden hem gece hem gündüz gitmenizi tavsiye ederim. Ertesi gün Müzeler adası turu yaptık ve sonraki gün de Brandenburg kapısı, Reichstag ve Yahudi Müzesinin de içinde bulunduğu yoğun ve eğlenceli bir gün geçirdik. Sabahın erken saatlerinde Parisier Platz’daydık, 2. Dünya savaşından kurtulan nadir yapılardan biri olan Brandenburg kapısının devasa kolonlarını inceledik. Berlin’in en önemli yapısı ve sembolü sayılabilen bu yapı, doğu berlinde bulunmaktaymış ve zamanında naziler bu kapıyı sembol olarak kullanmışlar. Parisier Platz’ın en önemli modern yapılarından biri olan ünlü mimar Frank Gehry’nin tasarlamış olduğu DZ Bank’ın içine girdik. Dıştan o kadar dikkat çekici gözükmeyen bina, kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren adeta sizi içeri davet ediyor. Çelik, cam ve ahşapın kullanıldığı iç mekanın, eğri formların baskın olduğu, bir balığın vücudunu andıran bir yapıya sahip olduğu göze çarpıyor. Frank Gehry’nin karakteristik formlarını, enerjisini ve ritm duygusunu bu binada açıkça görebilirsiniz. Ayrıca Humbolt Üniversitesi’nin ziggurat şeklindeki kütüphanesi de ilgimi çeken diğer yapılardan biri. Şimdilik anlatacaklarım bu kadar, bir sonraki yazımda Kreuzberg (nam-ı diğer küçük İstanbul) maceramızı, Daniel Libeskind’in Yahudi müzesini, Müzeler adası, Berliner Dom ve Reichstag’ı anlatacağım. Herkese iyi pazarlar haftaya görüşmek üzere :)
Gülce...
0 Comments
|
PİL BLOGPİL ve destek verenler tarafından yazılan peyzaj, mimarlık, tasarım, bitki ile ilgili veya tamamen o ana ait yazılardan oluşmaktadır. Archives
February 2016
Categories
All
|