Son zamanlarda gittikçe daha çok yerde kullanımına rastladığım bu bitkiye dair geçenlerde bir yerlerde okuduğum ilgimi çeken bir hikaye var ki buraya yazmadan edemeyeceğim...
Bu hikayeye göre Defne(Daphne) karşılıksız aşkın kurbanı olmakta imiş. Mitolojide Eros ve Apollon'un iddialaşması ve Apollon'un Eros'u kızdırması sonucu Eros'un intikamını almak için iki tane ok hazırlaması esasına dayanıyormuş. Hikaye şu şekilde devam etmekte: Bu oklardan birini sihirli altın suyuna batırıp, diğerini ise daha farklı tasarlar Eros. Bu sayede altın suyuna batırılmış olan ok, saplandığı kişiye sonsuz aşk verecektir, diğer ok ise nefret verecektir. Bu şekilde Eros öc almak için hazırdır. Eros oklardan altın suyuna batırılmış olanı Apollona'a, diğerini ise Daphne'ye fırlatır ikili karşılaştıkları anda. Böylece zamanla Apollon Daphne'ye delice aşık olduğunu anlatmaya çalışırken, Daphne nefretle kaçmaya başlar ondan. Bir gün Apollon'a yakalanan Daphne, buna dayanamayıp babasından onu bir ağaca çevirmesini ister ve Defne ağacına dönüşür. Apollon ise aşkından vazgeçemeyip Defne Ağacı'nın yapraklarından kendine taç yapar. Bu sebeple biz hep Apollon heykellerinin başında bu tacı görürmüşüz. Mitolojide bu şekilde geçen Defne ağacının genel bilgileri ise şu şekilde: Laurus nobilis: "Defnegiller (Lauraceae) ailesine mensup, sınıf olarak iki çenekli (Dicotyledonae) Her zaman yeşil, boylu bir çalı ya da 15m.'ye kadar boylanabilen, yuvarlak tepeli bir ağaç. Vatanı: Anadolu ve Balkanlar. Türkiye'de Akdeniz ikliminin görüldüğü yerlerde doğal olarak yetişir. Yaprağı ve meyvelerinden elde edilen yağ, ilaç ve sabun endüstrisinde tüketilir. Yaprağı ayrıca yemeklerde baharat olarak kullanılır. Park ve bahçelerde dekoratif ağaç ve çit amaçlı olarak da yetiştirilir. Maki formasyonu içinde yer alır." (Kaynak: Türkiye'nin Ağaçları ve Çalıları - Nebati Güvenç Mamıkoğlu) Ceren Dayıcıoğlu
0 Comments
Geçtiğimiz hafta bir proje esnasında tanışmış olduğumuz Cem Botanik'in peyzaj mimarlarından sevgili Aslı Savçın ofis ziyaretimize geldi ve Türkiye'de sanırım ilk kez uygulaması yapılan biyolojik göletlere dair bilgi verdi ki, gerçekten de çok ilgi çekici ve ufuk açıcı bir konuşma oldu. Her zamanki gibi bu bilgiler için en iyi arşivleme yöntemi olacağını düşündüğüm ve de belki birinin işine yarayabileceğini umduğum için blog kısmımızda paylaşıyorum. Özetle bitkilerin suyu temizleme yönteminin kullanıldığı bu doğal süreci, en iyisi bilir kişinin bu konudaki metninden duymak: Aşağıdaki yazı, Sn. Aslı Savçın'ın kaleminden biyolojik gölet prensibini anlatmakta. Buyrun;
"Antik Yunan döneminden bu yana var olan yapay gölet kavramı, tarih boyunca gerek su deposu ve sulama kaynağı olarak, gerekse de farklı kültürlerde farklı amaçlar için kullanılmış. Japon bahçelerinde Japon felsefesini yansıtan gölet örnekleri ile karşılaşırken Avrupa’da daha çok estetik kaygılarla tasarlandıklarını görüyoruz. Göletler, genelde akarsu, nehir veya çayların yolları değiştirilerek oluşturulmuş. Geleneksel havuzların alternatifi sayılabilecek biyolojik yüzme havuzları ve göletlere karşı giderek artan ilgi, insanların doğal olma isteğinin ve doğaya dönme ihtiyacının arttığını gösteriyor. Günümüzde ise biyolojik gölet uygulamaları üç ana başlık altında toplanabilir. BİYOLOJİK YÜZME HAVUZLARI Hiçbir kimyasal madde kullanmadan, biyolojik göletlerdeki bitkilere de ihtiyaç duymadan suyun özel filtrelerle temizlenerek içme suyu kalitesinde bir su içinde yüzme imkanının olduğu ekolojik sistemlerdir. BİYOLOJİK GÖLETLER Hiçbir kimyasal madde kullanmadan suyun bitkiler, ortamdaki bakteriler ve özel filtreler yoluyla temizlenmesi ile oluşan ekolojik oluşumlardır. Yapay biyolojik göletlerin oluşturulmasındaki amaç, doğada var olan göletlerin bir benzerinin hijyenik koşulların sağlanmasıyla elde edilmesidir. Göletler, tercihe göre içerisinde suyu temizleyen ve aynı zamanda suda oksijen üreten bitkiler, taşlar, çakıllar, kayalar, çevresinde su ile uyumlu olanağaçlar ve sazlıklar gibi canlı ve doğal öğeleri bulundururken su oyunları sağlayan fıskiye ve heykeller, iskeleler gibi mimari elemanları da barındırıyor.Yapay olarak hazırlanan göletler, parçası olduğu ekosisteme katkı sağlıyor. DEKORATİF GÖLETLER Sadece görselliği ön planda olan, içinde bitki , balık ve benzeri canlıların yer alabildiği, diğerlerinden farklı göletlerdir. Biyolojik göletlerin sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu artışın, biyolojik göletlerin bir moda olgusu olmaktan çok, toplumun çevre konusunda duyarlılığının artmasından kaynaklandığı görünüyor. Küresel anlamda çevre konusuna önem vermek, günümüz toplumlarında giderek zorunlu hale geliyor. Avrupa’nın da birçok ülkesinde örneklerini gördüğümüz biyolojik göletler, Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde binlerce kişinin aynı anda kullanabileceği şekilde tasarlanıyor. Almanya’da Bischofswiesen'de kurulmuş olan yüzme alanı 4000m2 ve toplam alanı da 8000m2 olarak tasarlanmış biyolojik yüzme göleti, bu göletlere örnek sayılabilir. Biyolojik göletlerin yapımı aşamasında kullanılan sistem ve malzemelere dair dikkat edilmesi gereken birkaç konu bulunuyor. Bu konular ise şu şekildesıralanıyor; Karbondioksit (co2) Bitkili sistemlerde, bitkilerin daha fazlave uzun süreli fotosentez yapması için toprak altından karbonatörler yoluyla verilir, bu sayede suda erimiş oksijen miktarı arttırılır. Su Hareketi ve Derinliği Doğada olduğu gibi su, bir çağlayan, bir dere-çağlayan veya dağ seli şeklinde kaya yığınları üzerinden akıp giden bir kaynak şeklinde akabilir. Daha karmaşık, kentsel uygulamalarda, ince tabakalar, turnikeler, duvar kaynakları gibi daha sıra dışı fıskiyeler tercih edilir. Su fışkırmasının mutlaka çok güçlü olması gerekmez, kaynama bile yeterli olacaktır. Su derinliği iklime göre değişmektedir. En az su derinliği ise 1.5m olmalıdır. Bitkiler Bitkiler su ortamına olduğu kadar, bölgenin iklim koşullarına da uygun olmalıdır. Bitkiler arındırma özelliklerine ve uygun oldukları derinliğe göre filtre bölgesine veya yenileme bölgesine yerleştirilmelidir. Genel olarak bütün bitkiler, özellikle de nilüferler, büyük çalkantı bölgelerinden uzak tutulmalıdır. Filtre bölgesinde türler gelişmelerine ve besin maddesi tüketimlerine (arıtma etkinliği) bakılarak seçilmelidir. Su altı ve su üstü olarak iki türlü bitki grubu kullanılmaktadır. Biyolojik göletlerde yosun konsantrasyonunun su içinde 10 makrogram seviyesinde tutulması önemlidir. Bu dengenin sağlanması için phostec filtreler kullanılmaktadır. Balıklar ve UV Lamba Kullanımı Biyolojik göletlerde aşırı yoğun balık popülasyonu bir sorun olabilir. Balık sayısı fazla olduğunda, suyu nitrat açısından bitkilerin artık ememeyeceği ölçüde zenginleştirir. Doz aşımı olur ve bu sefer istenmeyen yosunlar bundan yararlanır.Dolayısıyla balık üremesinin kontrol altında tutulması önerilir. Uv lambaları da süs göletleri için tavsiye edilen sistemlerdir. Yüzme havuz veya göletlerinde kullanılmaz. Sonuç olarak… Gerek kurulumu gerekse sistem içinde kimyasal kullanılmaması, bakım kolaylığı, işletme maliyetlerinin kimyasal havuzlara göre düşük olması, biyolojik gölet ve havuzlara ilgiyi arttırıyor. Klor ve diğer kimyasalların kullanılmaması, ters yıkamada kaybedilen suyun çok düşük seviyede kalması, hijyen kolaylığı, dekoratif özelliği, sağlık açısından tercihte ön sırada olması biyolojiksistemleri ön plana çıkartıyor. " (Fotoğraf: Cem Botanik) Aslı Savçın Filmi ilk ne zaman izledim hatırlamıyorum, kitabı da vardı onu da okumuştum ama hangi yıl bilmiyorum. Hatırladıgım tek şey; biraz güldüğüm, biraz ağladığım, ama çok sevdiğimdi. Sonra Amerika’daki geçici hayatıma ilk başladığım günlerde televizyonda gördüm bu sefer, orjinal haliyle seyrettim, bir sonraki gün yine verdiler yine seyrettim .Sanırım hergün verseler hergün seyrederim...
Önceki seyredişlerimde kaçırdıklarımı yakaladım. En sevdiğim sahnelerin gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Yine güldüm, yine ağladım. Sonra da tesadüfler ile film ile ilgili birkaç şey öğrendim. Dünya çapında şubesi olan "Bubba and Gump Shrimp Company" diye bir restoran zinciri varmış.1994 yılında film çekildikten sonra ilk şubesini 1996 yılında açan "Bubba and Gump Shrimp Co.", ismini filmi izleyenler hatırlayacaktır Forrest Gump ve Vietnam savaşında ölen arkadaşı Bubba’dan almış. Arkadaşlıkları sırasında Bubba, Forrest’a karides işine girmek istediğinden bahseder durur ama savaşta ölünce Forrest yalnız başına firma kurar ve adını "Bubba and Gump" koyar. Bu hikayeden esinlenen restoranın Daytona Beach’deki subesine gitme şansımız oldu. Tüm duvarlarda filmden alıntı sözler vardı ve bu dekorasyon filmde kullanılan eşyalardan oluşmuştu. Detaylar cok hoştu yalnız. Her masada ‘run forrest run’ yazan küçük bir tabela var, garsonlar siparişinizi teslim ettikten sonra, eğer bu tabelanın ters yüzünu çevirmezseniz yanınıza gelmiyor. Ters yüzünde ‘Stop Forrest Stop’ yazıyor. Bizim siparis ettiklerimiz gazete kagidinda geldi, sanirim tum yemekler boyle geliyor. Gazete kagitinda Forrest Gump ile ilgili kucuk kucuk haberler var. Bir de garsonlar (bizim masaya gelmediler sanirim kalabalik masalari tercih ediyorlar) film hakkinda quiz yapiyorlar. Film ile ilgili kolay sorular soruyorlar. Sanirim hepsini dogru yanitlarsan da icecek ya da benzeri bir hediyesi var. Filmi yeni seyretmis biri olarak oysa ben hazirlikliydim ama iste bize quiz yapmadilar. Yemekler de son derece lezzetliydi. Diger ogrendigim sey ise filmde Tegmen Dan’in bacaklari ile ilgili olan durumdu. Yine filmi izleyenler hatirlar savasta bacaklarini kaybeden Tegmen Dan’in bacaklari tum film boyunca mukemmel bir sekilde saklaniyordu. Nasil yaptiklarina hayret etmekle beraber nedense internetten bakmak da hic aklima gelmemisti. Bir muzede yesil perde fonu ile hava durumu sunmaya calisip eglenirken filmde de bu teknoljinin kullanildigini ogrendik. Hani hava durumu spikerleri arkadaki fonu gosterirler ama aslinda gozleri baska yerdedir ya. İste aslinda arkalarinda aslinda yesil perdeden baska birsey yok. Bizim gordugumuz seklini de baska bir ekrandan gorup arkalarindaki alanda onu gostermeye calisiyorlar. Filmde de iste bu teknoloji yani chroma keying kullanilmis. Tegmen Dan’a mavi corap giydirmisler ve daha sonra tek tek bu sahnelerden bacaklari silinerek istenilen goruntuyu adepte etmisler. Bu kadar gercekci olmasinin sebebi de buymus. Filmi sevenler icin iste 2 bilgi... Ve son söz: "my momma always said, "life is like a box of chocolates.you never know what you're gonna get." Tuba Hoşser İnsanlık hep bilinmeyene karşı aşırı bir ilgi duymuştur. Bilimin ilerlemesiyle çoğu fenomene açıklık getirilmesi sonucu artık dünya dışı yaşam, UFO'lar ve ruhlar, hayaletler gibi kavramlar revaçtadır. Hayatımın hiçbir döneminde bu konulardan en az birisi bile ilgimi çekmedi diyebilecek kişi sayısı azdır. Bilimkurgu filmleri ve kitapları hızla tüketilmekte ve "Lost" tarzı dizilerin fanatikleri oluşabilmektedir. Bütün bu gizem saplantısının arasında aslında yaşadığımız şu evrende zaten çok ilginç fenomenler olduğunu ve çok da uzaklara bakmak gerekmediğini bilen insan sayısının çok az olduğunu düşünmekteyim. Bu haftanın yazı konusu da bu fenomenlerden biri ile ilgili olacak.
Parçacık bilimiyle ilgilenen bilim adamlarını hayli şaşırtan ve bilinen kuramları alt üst edip yenilerinin ortaya çıkmasını sağlayan bir deney Thomas Young tarafından 1801 yılında yapıldı. Çift yarık deneyi (double slit experiment) olarak da adlandırılan bu deneyde ışığın dalga yapısında olduğu belirlendi. 1961 senesine kadar sadece ışıkla test edilen deney Clauss Johnsson tarafından elektronlar kullanılarak tekrarlandı. Asıl hayret uyandırıcı deney ise 1974 yılında elektronlar teker teker fırlatılarak yapıldığında ortaya çıktı. Deneyin nasıl yapıldığı konusuna girmiyorum. Merak edenler araştırabilirler. Esas vurucu nokta, elektronlar iki yarıktan aynı anda geçiyorlardı ki bu mantıksal olarak imkansızdı. İki kapısı olan bir binaya giren bir kişinin aynı anda ikisinden birden geçtiğini düşünün. Daha da ilginci, eğer yarıklara sensörler yardımıyla bakılırsa elektronlar yarıklardan birini seçiyordu. Elektronlar onlara baktığımız zaman sanki normal parçacıklarmış gibi davranıyor, bakmadığımızda ise tamamen farklı davranıyorlardı. Baktığımız zaman parçacığın konumunun belirsizlik içermemesi durumuna bilim adamları dalga fonksiyonunun çökmesi (wave function collapse) adını verdiler. Yani bakmadığımızda ise elektron bir dalgaydı aslında. Peki ne dalgası? Öğrenim hayatımızdan "çan eğrisi" denen kavrama aşinayızdır. Biraz bilgimizi tazelemek gerekirse çan eğrisi; öğrencilerin aldığı notların dağılımını görsel olarak sunan bir grafiktir. İsmini de çanın dış çeperinin geometrisine benzediği için çan eğrisi olarak almıştır. Bu eğrinin tepe noktası notların yığılma noktasını gösterir. Bu noktadan sağa doğru ise daha yüksek notlar, sola doğru ise çoğu zaman benim de notlarımın bulunduğu daha düşük notlar bulunur. Sınıftan rastgele bir öğrenci seçsek, bu öğrencinin aldığı notun ne olduğunun olasılığı çanın tepe noktası ve civarıdır. Bir dalganın şekline benzetebileceğimiz çan eğrisinden neden bahsettiğimi anlamak üzeresiniz. Bakmadığımız zaman elektron da aynı şekilde bir olasılık dalgasıdır ve dalganın tepe noktası bize elektronun bulunması en muhtemel yeri verir. Ama elektron dalganın sınırları içinde bulunan diğer konumlarda da bulunabilir. Çift yarık deneyinde de aynı şey gerçekleşmektedir. Yarıklar elektronun bulunabileceği dalga eğrisinin içinde yer almaktadır. Elektronun her ikisinden de geçme olasılığı bulunmaktadır ve öyle de olur. Bu aşamada bakmanın da aslında ne olduğu konusunu irdelemekte fayda var. Çevremize baktığımızda bir dizi olaylar zinciri sonucu görürüz. Kısaca çevremizdeki objelerden yansıyan ışık gözümüze ulaşarak sinirler tarafından görsel bilgiye dönüştürülüp beynimizde bir imge oluşmasını sağlar. Vücudumuzun içinin de olduğu gibi kafamızın içi de zifiri karanlıktır aslında. Beyinde oluşan imge tamamen elektriksel sinyallerin yorumlanmasıdır. Peki ortamda ışık yoksa ne olur? O zaman göremeyiz. Görmenin temel şartı ortamda ışığın bulunmasıdır. Güneşin ve ay ışığının olmadığı bir gecede ortamda ışık yoksa görebilmemizin tek yolu bir ışık yani enerji kaynağını harekete geçirmektir. Basitçe düğmesine basarak yaktığımız bir lamba çevresine enerji yaymaya başlar. Artık çevremizdeki cisimlerden bize yansıyabilecek bir veri transfer ortamına sahip oluruz. Görmek aslında bir cisme enerji verip geri dönen enerjinin yorumlanması olayıdır. Cisim, gelen enerjinin bir kısmını soğurur bir kısmını da yansıtır. Böylece renkleri görürüz. Elektron gibi küçük parçacıklara bakmanın mantığı da aynıdır. Elektron üzerine, yansıyabilecek kadar küçük dalga boyuna sahip bir ışık yollarız. Sonra geri gelen bilgiyi yorumlarız. Bunu yaparken ise normal hayatımızdaki görme prosedürünün dışına çıkan bir şey gerçekleşir. Bir duvara karşı fener yaktığımızda duvar hareket etmez ama bir elektron gibi kütlesi çok ufak bir parçacığa ışık tuttuğumuzda bu soğurduğu enerji yüzünden konumunu değiştirecektir. Yani aslında nerde olduğunu anlamak için yolladığımız ışık geri döndüğünde artık elektron bizim bulunduğunu zannettiğimiz o konumda olmayacaktır. Toparlarsak bakmadığımızda elektron bir dalga formundadır, baktığımızda ise parçacık olarak görünse de konumu hakkında bilgiye sahip olmamız imkansızdır. Bu fenomen üzerine bilim adamları dışında felsefeciler de çok kafa yormuşlardır. Bir şeye bakmıyorsak aslında o yoktur felsefi yaklaşımını destekler bir fenomenle karşı karşıyayız. Eğer biz gözlemlemediğimizde evren tamamen farklı davranıyorsa ki öyle görünüyor bu değişik başka çıkarımlara da zemin hazırlayabilir. Mesela duyularımızla evreni biz yaratıyoruz gibi. Evren bir olasılık konumundan sadece biz onla bilgi alışverişi yaptığımızda varlık konumuna geçiyor. Belki de ben şu anda çevremdeki evreni kendim oluşturuyorum ve var olduğunu zannettiğim diğer insanlara bu makaleyi yazıyorum. Ya da şu an bu makaleyi okuyan siz kendi evreninizde var olduğunu zannettiğiniz benim, tarafımdan yazdığımı düşündüğünüz bu yazıyı okumaktasınız. Ne ben ne siz hangisinin doğru olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Çok ütopik gibi görünen bu düşüncenin dünyada azımsanamaz bir taraftarı olduğunu da belirtmeliyim. Bu fenomen üzerine diğer bir çıkarım ise, algıladığımız zaman çizelgesinin tek ve mutlak olmadığı, aksine dallara ayrılarak aynı fiziksel kurallara bağlı ama olayların ilerleyişinin tamamen farklı olduğu sonsuz sayıda evren yarattığıdır ki bu da başka bir makalenin konusudur... Uygar Rollas Bugünlerde okuduğum bir kitap var ki gerçekten de çok ilginç. Her bölümü birbirinden farklı ve ilginç öykülerle dolu ama ortak özellik endemik bitkiler...Mevlana ile ilgili bazı bölümleri direkt aktarıyorum, bence çok güzel bir araştırma olmuş. Kesinlikle bu kitabı tavsiye ediyorum...
Kitabın tam olarak ismi: "Türkiye'nin Endemik Bitkileri" -Hasan Torlak-Mecit Vural-Zeki Aytaç T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü Yayınları "Senin ışığınla, senin yüceliğinle boynum yüceliyor, aşkınla birken yüz oluyorum. Sen, sen oldukça çevrende dönüp duruyorum. Ben sen olduktan sonra da kendi çevremde dönüyorum artık..."(Feyzi Halıcı "Mevlana Sempozyumu Açılış Konuşması") "Mevlana ölen insanın başka bir forma dönüştüğünü dile getirir: "Hangi tohum yere ekildi de çıkmadı. Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir düşünceye düşersin..." (Önder Göçkün "Dıştan İç'e Mevlana" diyen Mevlana oğluna seslenir: "Oğlum Veled, bana iyi bak! Benim çekirdeğim ağaç olunca beni görebilir ve anlayabilirsin...sevenlerin bedeni telef olmaz. Yere attıkları her tohum, bir zaman sonra ağaç olur." Mevlana insanı bitkiye benzetir. Zaten Mevlana'nın düşüncesinde insan, evrimin aşamalarında bitki olmuş, daha sonra insan formuna dönüşmüştür. Bitkiyken ölüp hayvan suretinde göründüm. Hayvanken ölüp bu sefer insan suretinde göründüm. Öyleyse ölüp yok olmaktan niye korkayım" (Nihat Öztoprak "Mesnevi-i Şerif") diyen Mevlana ölen insanı toprağa düşen olgunlaşmış tohumla özdeşleştirerek bu tohumun kurumuş, cansız gibi olmasına aldanmamak gerektiğini, onun Güneş'in (aşkın) etkisiyle büyüyüp canlanacağını vurgular... ...Güneş ışınları ilk önce çiçekleri etkiler ve büyümeye başlayan çiçek tohumlarının hareketi kendi çevrelerinde dönmedir. Semazenler de içlerindeki tohumu yeşertmek, gerçek benliklerine kavuşabilmek için dönmeye başlarlar. Bitki tohumları güneş, yağmur gibi doğal etkenlerle gerçekten dönüş hareketi yaparlar mı? Bunun cevabı Konya'nın kırsal kesiminde yaşayan insanlar için çok kolaydır. Evet, olgun bitki tohumları güneş, su gibi uygun doğal şartlarda gözle görülür bir şekilde dönüş hareketi yaparlar. Türkiye'nin hemen her yerinde yetişebilen yabani yulafın tohumunun üzerinde anten şeklinde iki çıkıntı bulunur. Bu çıkıntılar bitki olgunlaşırken kıvrım kıvrım gelirler. Eğer suyla temas ettirilirlerse gözle görülür bir şekilde dönmeye başlarlar. Bu dönüş kururken kazanılan gerginliğin son bulmasına kadar devam eder. Tohum artık çimlenmeye başlamıştır. "Hamdım, piştim,yandım"diyen Mevlana aslında çimlenme haline gelecek formu kazandığını, kendisini çimlendirecek güneş ve suyun etkisiyle dönmeye başlayacağını, dönerken yaprak ve çiçeklerinin açacağını anlatıyor. Semazenlerin kollarını iki yana açmaları da bitki tohumunun dönen kollarıyla birebir örtüşüyor. Sema hareketini yapanların görünümü de açılmış bir çiçeğe benzer. Daha sonra kitapta endemik bitkilerden bu dönüş hareketini yapan tohum uzantılarına sahip "dönbaba" bitkisinden bahsedilmiş. ...Tohumları dönen dönbaba (Erodium spp.) bitkisinin 4 endemik çeşidi yetişirmiş Konya'da. Bu bitkiye dair burada daha pek çok bilgi verilmiş merak eden varsa. Gerçi ben nedense bu bitkiye dair başka kaynaklarımda fazla bilgi göremedim. Artık bir gün Konya'ya yolum düşerse kendisini biraz soruşturacağım. En azından diğer bir veri olarak wikipedia linkini buraya ekledim: http://en.wikipedia.org/wiki/Erodium Daha fazlası için kitabı almanızı tekrar tavsiye ediyorum. Bu arada bilmeyenler varsa diye geç de olsa "Endemik Bitki" nin anlamına buraya yine aynı kitaptaki açıklamasıyla yazıyorum: "Dünyada sadece belli bir coğrafi veya siyasi bölgede yetişen bitkileri içerir. Türkiye dışında doğal olarak yaşamayan bitkiler Türkiye'nin endemik bitkileridir. " Ceren Dayıcıoğlu |
PİL BLOGPİL ve destek verenler tarafından yazılan peyzaj, mimarlık, tasarım, bitki ile ilgili veya tamamen o ana ait yazılardan oluşmaktadır. Archives
February 2016
Categories
All
|